16 Aralık 2013 Pazartesi

TKP Merkez Komitesi üyesi Kemal Okuyan’a cevap




Kemal Okuyan; gazeteci, yazar, TKP Merkez Komitesi üyesi.. Kemal Okuyan’ın  bugünlerde bir yeni kitabı yayınlandı: “Türkiye Solunun Yurtseverlik Sınavı”..

Kemal Okuyan kitapta milliyetçilik ile yurtseverlik kavramlarını tartışıyor ve milliyetçilik ile yurtseverlik arasındaki kritik çizgiyi belirlemeye çalışıyor.

Bu eleştiri ve değerlendirme yazımızda Kemal Okuyan’ın Yazarlık ve Gazetecilikten daha çok TKP Merkez Komitesi üyeliği  bizim için önemli. Kemal Okuyan her ne kadar sol bir yaklaşımla olaylara yaklaşma çabası içerisinde olsa da sonunda ulusalcılarla, Kemalistlerle paralel bir çizgiye ve aynı sonuca varıyor. 

Peki, Ulusalcı veya başka bir söylemle Kemalistlerle aynı sonuca varması bir rastlantı mı?  Hiç şüphesiz, hayır..

Kemal Okuyan daha kitabın girişinde Marksist düşünce ile çelişiyor. Kitabın “Önsöz, giriş, yurtseverliğe methiye..” başlığını taşıyan giriş yazısında verdiği iki örnek arasında anlam ve içerik açısından uçurum var..

Okuyan’ın ilk örneği savaş yıllarında geçen Parisli Lüi Rü’nin öyküsü.. Öykü  anlam yüklü çok etkileyici ve öğretici bir öykü.. Kitabın giriş bölümünün başında yer alan öykü şöyle:

“Lüi Rü yeni evler yaptı, bir yandan da oğluna baktı. Derken bir gün savaş çıktı, kötü Prusyalılar Paris’i kuşattılar. Kimse ev yaptırmak istemediğinden yapıların çevresindeki iskeleler tümüyle boşaldı. Prusya toplarının fırlattığı mermiler düştükçe, Lüi Rü’nün, öbür taşçıların emek verdiği, güzel Paris’in evlerinden birçoğu yıkıldı. İş yoktu, iş olmayınca emek de olmadı, üç yaşına basan Pol kuş yavrusu gibi sessizce ağzını açmaya başladı.

O zaman Lüi’nin eline bir silah verdiler. Lüi tüfeği alınca şarkı söylemeye, “biraz ekmek!” diye bağırmaya kalkışmadı; ama binlerce başka taşçı, dülger demirci gibi kentlerin en güzeli Paris’i kötü Prusyalılardan korumak üzere yürüdü”

Okuyan, bu örnekten sonra kendisi bir örnek veriyor.
“Mahallenize girdiniz, sokağın başında iki kişinin kavga ettiğini gördünüz.. Ne olduğunu anlamak için yaklaştığınızda, kıyasıya dövüşen iki kişiden birinin dostunuz olduğunu fark ettiniz. Koştunuz, ayırmak için müdahaleniz boşa gitti, siz de kavgaya dahil oldunuz. Doğaldır ki, dostunuzla birlikte tanımadığınız yabancıya yüklendiniz.”

Yurtseverliği anlatmak için verilen bu iki örnek arasında bir uçurum yok mu? Lüi Rü neden tüfeğini alıp kötü Prusyalılara karşı savaşa gidiyor. Öykü çok açık.. Lüi savaş yüzünden işini kaybediyor, Lüi gibi diğer Parisli işçiler de işsiz kalıyor.. Kötü Prusyalılar Parisli işçileri işsiz bırakmakla yetinmiyor onların emeklerinin ürünü  güzel Paris’in yapılarını da yerle bir ediyor.  İşsiz kalan Parisli işçiler işsiz ve aşsız kalmanın yanı sıra artık evsiz kalacaklardır. İşte Parisli Lüi ve diğer işçiler iş, aş ve özgürlük için silaha sarılıyor ve kötü Prusyalıların üzerine yürüyorlar.

Okuyan’ın örneği ile Lüi’nin öyküsü arasında benzerlik var mı? Biri  ekmek ve özgürlük için savaşan Parisli işçileri diğeri bir yabancı ile dövüşen arkadaş hikayesi.. Okuyan’ın örneği tam bir feodal örnek. Parisli işçiler iş, aş ve özgürlük için savaşıyor. Okuyan’ın örneğindekiler ne için dövüşüyorlar? Okuyan arkadaşını savunmak için yabancıya karşı dövüşüyor, üstelik belki de daha sonra yabancının haklı olma ihtimali var..

Bu iki örnek arasındaki fark Türkiye solu ile olması gereken sol arasındaki fark gibi.. Birinde modern toplumun işçi sınıfının ekmeğini, işini ve özgürlüğünü korumak için savaşı var, diğerinde arkadaş dayanışması.. Biri modern yurttaşı temsil ediyor, diğeri henüz yurttaş bilincine erişmemiş, köylülüğün izlerini taşıyan feodal kültürü temsil ediyor.

Okuyan’ın kitabının girişinde verdiği bu örnekler ve yurtseverliğe yaklaşımı, toplumsal olayları analiz edişi, onun sol anlayışa ters felsefesini daha başlangıçta ele veriyor. Okuyan’ın solculuğu az gelişmiş bir ülke solculuğu.


Politikasızlık
Türkiye solunun ve sosyal demokrat olduğunu iddia eden CHP’nin, Türkiye’nin temel sorunları konusunda belirgin bir politikası yoktur. Okuyan’ın ve temsil ettiği siyasi parti de bu genellemenin dışında değillerdir. Türkiye solunun varlık gösteremeyişinin başlıca nedeni politikasızlıktır. Okuyan’ın kitabında da bu politikasızlığı görüyoruz.

Okuyan kitabında Kürt sorununa yer veriyor ama Kürt sorunu konusunda açık net bir politika belirleyemiyor.

Okuyan’a göre Türkiye solunun çeperlerinde Kürt düşmanlığı var. Solun Kürt düşmanlığı Okuyan’a göre:   ..bütünüyle sosyalizmsiz  bir solculuğun, sınıf perspektifinin yitip gitmesinin tezahürüdür. Biraz da sosyalizmsiz Kürt ulusal hareketinin milliyetçi-liberal salınımlarının izdüşümüdür bu düşmanlık”

Kendi içerisinde çelişkili bir anlatımdır bu..  Kürt düşmanlığı bütünüyle sosyalizmsiz bir soldan, sınıf perspektifinin yitirilmesinden kaynaklanıyorsa biraz da diye başlayan cümle bir çelişki değil mi? Bütünüyle diye verilen nedenlerle biraz da nasıl yan yana gelebilir?.. O zaman bütünüyle değil büyük ölçüde ve biraz da olabilir. 

Hiç şüphesiz bu anlatım Kemal Okuyan’ın Türkçe eksikliğinde değil onun sosyalizimsiz solculuğundan kaynaklanıyor!  Okuyan’ın Marks’ı kritik etmesi de öyle, sosyalizmsiz solculuk..
Karl Marks ve yoldaşı Engels elbette her şeyi bilemediler, söyledikleri ve bize miras bıraktıkları düşünceleri elbette kritik edilebilir. Marksizm’e göre Marksizm’in  değişmeyen tek ilkesi vardır; “değişkenlik ilkesi”, her şey değişir..

Okuyan'ın yaklaşım Marksizm’e sol olmayan, “köylülüğün ve feodalizmin salınımlarının izdüşümü ...

Yazı devam edecek...

19 Eylül 2013 Perşembe

Süreçten Kürtler karlı çıktı

Hükümet Barış  Sürecini Yeni Osmanlıcılık politikasının bir parçası olarak başlattı.  Yeni Osmanlıcılık Suriye politikası ile sarpa sarınca hükümet Barış Sürecinden kıvırmaya başladı. Süreçten Kürtler karlı çıktı,  sürecin bu kesitinde kaybeden Davutoğlu kazanan ise Öcalan oldu ..
Hükümetin planladığı ve umduğu gibi ABD Türkiye ile birlikte Suriye’ye bir operasyon düzenlemiş olsaydı Esad yönetimi devrilecek, Türkiye Suriye muhalefeti ile birlikte Suriye’de güçlü bir konuma yükselecekti. Bu durumda Rojava Türkiye tarafından kontrol altına alınmış olacak ve PKK büyük bir moral ve güç kaybına uğrayacaktı.
Öyle olmadı, ABD ve müttefikleri Suriye muhalefetinde EL Nusra vasıtası ile El Kaide’nin varlığı gördü ve Suriye’de Esad’a karşı El Kaide tetikçiliği yapmadı. Türkiye kör kör parmağım gözüne der gibi Suriye muhalefetini destekledi, El Nusra ile işbirliği yaptı.  Sonuç, Esad’ın başından beri izlediği usta politika sonucu PYD ile El Nusra karşı karşıya geldi ve Suriye’de El Kaide’ye karşı PYD  savaşır oldu, bu durum PKK’nin batıdaki prestijini olumlu yönde etkiledi.
Esad'ın daha iç savaşın başında yaptığı ustaca manevra Rojova'ı PYD güçlerine bırakıp Rojova'dan çekilmesiydi. Böylece PYD  Özgür Suriye Ordusu ile karşı karşıya kalacaktı ve öyle de oldu.
PKK Barış Süreci ile Türkiye cephesinde savaşı durdurdu, güçlerini Rojova'ya çekti.  Geri çekilen PKK güçler Rojova'ya yerleşti. Rojova'da konumlanan 3000 PKK'li orada piknik yapmıyorlar elbette...
Taraflar oyunlarını ustaca oynarken hükümet köhne düşüncelerle, "Yeni Osmalıcılık" saplantısı ile Ortadoğu bataklığına saplandı ve hayal kırıklığına uğradı.
Gelinen aşamada PYD Rojava’da yerleşti, önemli ölçüde özerkliğe yaklaştı. Başarıyı yakaladığını gören Öcalan çıtayı yükselti. Öcalan artık ‘diyalog’ ile yetinmiyor ve ‘sürecin’ devamı için ‘müzakere’ talebinde bulunuyor.
Öcalan müzakere sürecinde STK’lar ve  basın ile direk ilişki talep ediyor. Öcalan’ın bu talebinin bir ileri aşaması hiç şüphesiz denetimli serbestlik olacaktır.
Hükümet Suriye politikasında sarpa sarıp “ Yeni Osmanlıcılık” çıkmaza girince birçok yönden zor duruma girdi.  PYD Suriye’de mevzilerini tahkim edip özerkliğe doğru ilerleme fırsatını yakaladı. İktidarın zaafını yakaladığını gören Kandil geri çekilmeyi durdurduğun açıkladı.  Sürecin kesintiye uğraması seçimlerde hükümet için önemli bir kayıptır. Seçimlerde hükümet artık “akan kanı durdurduk” argümanını kullanamaz duruma gelecektir. Bu AKP için seçim sürecinde önemli bir kayıp olacaktır.
Pratik “Yeni Osmanlıcılık”,  büyük Sünni ittifakı ve Yeni Osmanlı hayallerini boşa çıkarmıştır. Süreçten Kürtler karlı çıkmıştır.
 Rahmi Ofluoğlu

4 Eylül 2013 Çarşamba

Ulusalcılık-Türkçülük ve Irkçılık

Irkçılık, mezhepçilik, kin ve şiddet Ortadoğu Coğrafyasının en büyük hastalığıdır. Suriye içsavaşını birinci sorumlusu ABD değildir.
Irkçılık yapanların, kin ve intikam tohumu ekenlerin ulusalcı saflarda yeri olmaması gerekir..


Bugün Ortadoğu’da ne var? Mezhep çatışmaları, ırkçılık, şiddet ve kan var.. Neden peki böyle?

ABD emperyalizminin yüzünden..  Bugün Suriye’de iç savaşın tarafları ABD ve Suriye halkı mıdır?
Hayır!
Suriye iç savaşında savaşan taraflar El Kaide, El Nusra ve Esad yanlılarıdır. Katledilenlerin çoğu alevidir.
Bir ülkenin yurttaşları, mezhep, din ve ırk savaşına tutuşmuş, sen suçlu ABD diyorsun; ABD ne yapacaktı? Elbette kendi çıkarına geleni yapacak..
İşte bu tavır tam bir şarklı tavrıdır.. Kendi kusurunu başkalarında aramak..
Diğer bir şarklılık da kin ve şiddet söylemidir
Ülkenin başka etnik kökenden olan insanlarını, başka mezhepten, farklı düşünenleri hain ilan etmek onlara ölüm vaat etmek..
Ülke insanları aklını peynir ekmekle yemiş, birbirini katlediyor; suçlu ABD veya AB.. Ne akıl bu?
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü
Osmanlı İmparatorluğu kapitalizmle birlikte ortaya çıkan ulusçu(milliyetçi) akımların sonucunda parçalanıp çöktü.. İttihat Terakki havadan uçan kuşu tutsa bu sonucu engelleyemezdi. İttihat Terakki’nin bizzat kendisi milliyetçi akımların etkisinde kurulmuştur.
Tarihçiler, İttihat Terakki üyeleri olan Osmanlı paşalarının Afrika ve Filistin çöllerinde savaşa giderek balkanları boşaltmalarını onların vizyon yokluğuna bağlamaktadırlar.. Vizyonları olsa ne yazardı, sonucu birkaç yıl geciktirmekten başka!..
İttihat Terakki üyeleri yürekli, cesur ve yurtsever insanlardı ancak onların kahramanlıkları Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü durduramadı, durduramazdı..
Türkçülük söylemi
Bugün Türkiye’de Türkçülük söylemi ile onu bunu hain ilan edenler Türkiye’yi parçalayacak tohumları ekmektedirler. Irkçı söylemler bu topraklarda yeşermez, yeşerirse Cumhuriyetin sonu olur..
Türkçülük söylemi Ulusalcılık bayrağı altında yapılıyorsa bu çok daha vahimdir çünkü ulusalcılık bugün Türkiye’nin tek ve en diri kalmış damarıdır.
Biz ulusalcılığı Türkçülük olarak değil, yurtseverlik olarak anlıyoruz ve seviyoruz. Eğer ulusalcılık Türkçülük ise yani ırkçılık ise bizden uzak olsun.. Irkçı bir söylem bu ülkeyi bölecek, iç çatışmalara sürükleyecek en tehlikeli söylemdir. Bu nedenle biz Türk Milleti deyince Laz, Kürt, Türk hepsini birden içerdiğine inanıyoruz..
Milliyetçiliğin çoğu faşizme, enternasyonalizmin çoğu anarşiye götürür.. Biz ikisine de karşıyız..
Kürt baro başkan adayı Av. Feyzi Çelik
Bugün adaletbiz’de önceki dönem Kürtlerin İstanbul Barosu başkan adayı Av. Feyzi Çelik’in yazısını okuyunca içimize su serpildi. Ne diyor Feyzi Çelik?
Feyzioğlu’nun konuşması iyi hazırlanmış, kapsamlı, bütünlüklü bir konuşmaydı. Basın ve özellikle hükümet yetkilileri Feyzioğlu’nun hükümetin otoriterleşmesi ve çoğulcu demokrasinden uzaklaşması yönündeki eleştirilerini ön plana çıkardı. Başta başbakan olmak üzere Adalet Bakanı ve Başbakanın siyasi başdanışmanı TBB Başkanını bu eleştirilerini anlamak yerine onu ve Baroları tehdit anlamına gelecek beyanlarda bulunarak, tıpkı Gezi Olaylarından sonra Mimar ve Mühendis Odalarının yetkilerinin intikamcı bir anlayışla geri alınması gibi baroların seçim sistemini değiştireceklerini söylediler. Bu konuda değişiklik hazırlıkları zaten vardı. Çok kısa bir süre içinde Avukatlık Kanununda avukatlara ve barolara danışılmadan herhangi bir torba yasa içinde Avukatlık Kanunu gündeme gelirse şaşırmamak gerekiyor. Hükümet, Feyzioğlu’nun şahsında tüm baroları ve avukatlık mesleğini hedefe koymuş durumdadır. Feyzioğlu’nun eleştiri ve önerileri mevcut anayasal düzenin ötesinde değildir. Her şeyden önce sahip olduğu ifade özgürlüğünü kullanmaktadır. Buna rağmen hükümet tarafından hedef haline getirilmesi ileriki günlerde linçe dönüşme tehlikesi taşımaktadır. Baroların ve avukatların bu linçe şimdiden karşı duruş sergilemeleri avukatlık mesleği ve hukuk devletinin bir gereğidir.”
Av. Feyzi Çelik hükümetin ve yandaşlarının intikam duygusu ile Feyzioğlu ve barolara karşı linç girişimi başlattığını söylüyor ve birlikte bu linç girişimine karşı çıkma çağrısı yapıyor..
Siz bir de gelin İstanbul Barosu Yönetim Kurulu üyesi Av. Hüseyin Özbek’in  Önce İlke Çağdaş Avukatlar GOOGLE Grubu’ndaki yazılarına bakın..
Av. Hüseyin Özbek’in yazıları ihanet suçlamaları ile yüklü..
HEP DERİM YA, BUNLAR AYDINSA BEN DENİZLİYİM...BUNLAR HAİNİN ÖN ENDE GİDENLERİDİR...
ELBET BİR GÜN....BİR GÜN MUTLAKA.....
Bunlar yazının başlığı, gerisini okumaya gerek var mı? Burada ne yok ki?..
Hainin önde gideni, elbet bir gün… Mutlaka..
Hain suçlaması var, tehdit var, kin var..
İşte  Ortadoğu’dan İnsan Manzaraları..
Yazıdan bir bölüm daha..
“Taraflardan birinin Türkiye ve Türk milleti olduğu ihtilaflı konularda mutlak be mutlak karşı tarafa hak vermek bizim çağdaş münevverlerin en doğal refleksidir. Ankara’ ya karşı Brüksel’ in, Washington’ un yanında olmak, Kandil’ den gelen sesleri armonize ettikten sonra halka sunmak sömürge aydını olabilmenin icaplarındandır.

Sistemin izin verdiği ölçüde açılım, buyurduğu ölçüde kapanım, güç merkezleri arasında salınım, fırsat bulduğunda Türk’e ait değerlere toptan saldırı yine sömürge aydını olmanın gereklerindendir. Son günlerde hız kazanan Fıratsız, Diclesiz, GAP’sız Türkiye- Batı sömürgesi Kürdistan açılımıyla münevverlerimizin açılımı arasındaki hayranlık uyandırıcı uyum bir yerlere not edilmelidir. “
Bir başka yazısında Av. Hüseyin Özbek TÜSİAD’ı hainlikle suçluyor. Bakın ne diyor?
TÜRKİYE’NİN SERMAYESİNDEN SERMAYENİN TÜRKİYE’SİNE - Hüseyin Özbek
“TÜSİAD’ın yeni kompozisyonuna eklenen etnik motifle yeni Türkiye mozaiğinin tamamlandığı anlaşılmaktadır. Kadoil Şirketinin sahibi Tarkan Kadooğlu’nun; “Ben Şırnak’lıyım.TÜSİAD yönetimine giren ilk işadamıyım.Türkiye’nin en önemli sivil toplum kuruluşlarından biri olan TÜSİAD yönetimine girdiğim haberi bölgede çok büyük bir sevinç yarattı.Herkesin bildiği gibi ülkemizin en büyük sorunlarının başında Kürt sorunu geliyor.Her iki tarafın pozitif barışa yönelik adımlar attığını görüyoruz. Biz bu hayalimizden hiçbir şekilde geri adım atmayacağız sözleri TÜSİAD’ın etnoekonomik yeni yol haritasının koordinatlarını göstermektedir. “
Ne yaman çelişkidir ki TÜSİAD’a AKP hükümeti de savaş ilan etmiştir. Ama siz bu çelişkilere aldırmayın, Ortadoğu bu çelişkilerle ve anlamsızlıklarla dolu çünkü..
Irkçılık yapanların, kin ve intikam tohumu ekenlerin ulusalcı saflarda yeri olmaması gerekir.. 

Rahmi Ofluoğlu

23 Ağustos 2013 Cuma

İslam ve demokrasi

İslam ile demokrasi uyuşur mu?  Başka bir deyişle İslam ve demokrasi bir arada olur mu? Bu soru özellikle son çeyrek asırda çok soruldu, çok tartışıldı.. Batılı düşünürler çoğunlukla uyuşmadığını düşünmektedirler, aksi görüşte olanlar olsa da..
Arap Baharından sonra demokrasiye geçtiği söylenen Irak ve Mısır’a şöyle bir bakalım.. Irak Anayasasında  din ile ilgili düzenleme:
“Yeni Irak Devletinin resmi dini İslamdır.İslam anayasa ve yasaların temel kaynaklarından biridir.
İslama aykırı hiçbir kanun çıkarılamaz ve kabul edilemez.”
Benzer düzenleme Mısır Anayasasında da mevcuttur. Askeri yönetimin hazırladığı geçiş Anayasanın 1. maddesi şeriatı esas almaktadır.
Demokrasi
Hiç kimse din devletinin olduğu yerde demokrasiden bahsedemez.   Anayasasında şeriatı esas alan hiçbir ülke seçim olmuş veya olmamış  fark etmez, orada demokrasiden söz edilemez.
Demokrasi batıya özgü bir sistemdir. Batıda demokrasinin olmazsa olmazı din ve devlet işlerinin ayrılması ve bireyin inançlarında özgür olmasıdır.
Batı din sorununu çözmüştür. Her birey dilediği şekilde inanmakda ya da inanmamakta serbestir. Hiç kimse her hangi bir inanca inanması için baskı altında bulundurulamaz.
İslam ülkeleri arasında eksik de olsa demokrasiden söz edilebilecek tek ülke Türkiye’dir ancak Türkiye’de de artık demokrasi tartışılır olmuştur.
Batıda bu tartışma biteli 250 yıl oldu. Bugün Fransa’da iktidara hangi parti gelirse gelsin Fransa’da bir kilise devletinden söz edemeyiz. Almanya’da Hiristiyan Demokratlar iktidardır ancak Almanya’da bir din devleti tehlikesi yoktur.
Türkiye’de Cumhuriyetin kurulduğu günden beri hep bir şeriat tehdidi mevcut olmuştur.
Arap Baharı Cezayır, Mısır ve Irak’ta yüzbinlerce insanın hayatlarını kaybetmesine neden oldu.
Cezayir’de 1991 yılında İslamcılar seçimlerin ilk raundunu kazandılar, ikinci raundu kazamalarına garanti gözü ile bakılıyordu.. Ordu iktidara el koydu, iç savaşta 200.000 kişi öldü. Aynı trajedi bugün Mısır’da yaşanıyor.
Türkiye örneği
Türkiye demokrasi ile idare edilen tek islam ülkesi olarak Ortadoğu’da model ülke olmaya aday oldu. Türkiye bu rolü ılımlı İslamla oynayacaktı.  Bu senaryo bugün iflas etmiştir, tıpkı Mısır gibi, Irak gibi..
Türkiye gibi ülkelerde demokrasi ancak seçimle gelen, çoğunluğa dayanan iktidarları sınırlayacak kurumların varlığı ile mümkündür. Bu kurumlar Türkiye’de  Anayasa Mahkemesi, Yargıtay , Danıştay, bağımsız adli yargı olarak mevcuttur ancak bugün çoğunluğun oyu ile gelen iktidar bu kurumları iğdiş etmiş, görev yapamaz hale getirmiştir. Anayasada yapılan değişikliklerle bu kurumlar iktidarın güdümüne sokulmuştur. Sonuç Türkiye demokrasisi seçimden ibaret rejim haline gelmiştir. Benzeri sistem batı demokrasilerinde de mevcuttur ancak oralarda bir rejim tartışması yoktur. Seçimi kazanarak iktidara gelen partilerin batı ülkelerinde rejimi dönüştürme tehlikesi yoktur. Batı demokrasilerinde rejimin temel kurumları üzerinde tam bir mutabakat vardır.
Türkiye’de demokrasinin garantisi olan bu kurumlar iktidardan bağımısız hale gelmeli
Çoğunluğa dayalı olarak iktidara gelen partilerin rejim için tehlike oluşturmaması, rejimi dönüştürmeye teşebbüs etmemesi için  Anyasa  Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve adli yargı özerk, bağımsız ve yansız hale getirilmeli. Bunun için Türkiye’de bütün taraflar rejimin temel  ilkelerinde tam ve samimi bir mutabakat sağlamalı ve yeni bir anayasa hazırlamalıdır aksi halde Türkiye’de istikrar sağlanamaz ve süreçte Türkiye iç çatışmalara sahne olabilir.

Rahmi Ofluoğlu ( Hukukçu)

9 Ağustos 2013 Cuma

Ergenekon davasının savunma stratejisi yanlıştı

Strateji yanlış olunca taktiklerde rastgele, bazen doğru, bazen yanlıştı.

Ergenekon davasında  siyasi savunma yapılmadı. Oysa bu davalar siyasi davalardır ve savunmalarda öncelikle siyasi olmalıydı.
Türkiye’de savunma mesleğinin bu konuda derin deneyimleri mevcuttur. Herhalde nesiller arasında bir kopukluk söz konusu ,  bu kopukluktan olacak Ergenekon’da savunma eksik kaldı.
Ergenekon savunması  iki konuda yoğunlaştı, usül ve itibarsızlaştırma…
Mahkeme usül konusunda yığınla hata yaptı, sanıklar ve  avukatları mahkemenin bu hatalarını mükemmel değerlendirdi.. Savunma ısrarla Ergenekon’da adil bir yargılama yapılmadığını söyledi ve bu söylemle de davayı oldukça itibarsızlaştırdı. Savunmanın dayanakları ciddi ve inandırıcı idi..
Dayanılan ikinci nokta yapay delillerin deşifre edilmesi idi.. Savunma burada da son derece başarılıydı..
Ancak bütün bunlar sanıkların ağırlaştırılmış müebbet hapisle mahküm edilmelerinin önüne geçmedi, geçemezdi çünkü karar önceden verilmişti.. Bu sonuç baştan belli idi..
Belli olan sonuca göre savunma adil yargılanma dileme yerine siyasi savunmayı esas alarak saldırı savunması yapılmalıydı. Bundan kaçınıldı, bizce en büyük hata burada idi.
Avukat  Celal Ülgen’e Aybay’ın cenazesinde bu görüşlerimi söyledim.. Çetin Doğan’ın siyasi savunma yapacağını söyledi ama olmadı..
Siyasi savunmadan kasıt ne idi?
Siyasi savunmanın özeti:
Evet ben Cumhuriyetin, laikliğin tehlikede olduğu, Cumhuriyetin AKP iktidarınca dönüştürülmekte olduğunu düşünüyordum, bu düşünce doğrultusunda tedbir alınması gerektiğini düşündüm ve şu sohbette, şu toplantıda bu düşüncelerimi dile getirdim.
Cumhuriyeti ve kurumlarını korumak her yurttaşın görevidir, biz askerlerin de görevidir.
Suç olan iktidarın cumhuriyeti çağdışı bir düzene dönüştürme girişimleridir. Biz cumhuriyetin korunmasını her zaman birinci görev bildik, bu uğurda her zaman her şeyi göze almaya hazırdık.  Ordu hiçbir zaman Cumhuriyeti, Anayasayı ortadan kaldırmak için eylem yapmadı. Biz 12 Eylül gibi darbeleri savunmuyoruz ama laikliğin, çağdaş Cumhuriyetin korunması için her zaman gerekli girişimleri yaptık..
309. maddeki suç cebir ve şiddetle oluşur.Buradaki cebir ve şiddet hükümeti devirmeye yetecek bir güç olmalı.. Biz hükümeti devirmeye, yani darbe yapmaya teşebbüs etmedik ancak Cumhuriyeti çağdışı bir düzene dönüştürecek bir iktidara karşı direnmeyi her zaman savunuruz, suç olan Cumhuriyeti savunmak değil onu ortadan kaldıracak uygulamalar yapmaktır.
Siyasi savunma elbette derin yapıyı savunma olamazdı, cinayetler savunulamaz.. Ergenekon davası derin yapıları sorgulayan bir dava değildir, Cumhuriyetçilerle gericilerin bir hesaplaşmasıdır.
Eğer siyasi savunma yapılsa idi aynı cezalar gene verilecekti ancak  iktidar daha da geriletilecekti. Ergenekon davası ile ilgili en doğru teşhisi  Prof. Dr. Sami Selçuk yaptı.. Sami Selçuk Cumhuriyet'e yaptığı açıklamada şöyle diyor:
“Bu suç oluşmamış: Gerekçeyi görmeden eleştirmek yanlış. Basına yansıyan kadarıyla bu suçlara teşebbüs olmaz. Fakültelerde öğrencilere okutulur, “bazı suçlar teşebbüse elşverişli değildir” diye. Bu da onlardan biri.
Niye öne alınmış, teşebbüste kalan suç daima eksik bir suçtur. Suçun adı hükümeti yıkmaya teşebbüstür. Bunların literatürdeki adı oluşumu öne alınmış suçtur. Dolayısıyla bu suçlara teşebbüs olanaksızdır. Eksik, tam teşebbüs yapılmış. Yeni Ceza Yasası’nın kaldırdığı ayrım bunlar.
Kanıtları hukuka uygun mu, değil mi ayrı bir sorun. Bunu Yargıtay tartışacak. Diyecek ki, “Bu dosyaya yansıyan bilgilere göre bu kanıt hukuka aykırı elde edilmiş ya da edilmemiştir”. Deniyor ki, bazı hazırlıklar yapılmış, şu yapılmış, bu yapılmış. Hayır bunların hiçbirisi bu suçun maddi öğesini oluşturamaz. Çünkü ya maddi ya manevi açıdan, dış dünyaya yansıyan somut bir zor olacak, şiddet olacak. Bu olmadıkça bu suç oluşmaz.
Bazı yerlerde gömülen silahlar olmuş. Her zaman fail suçu işlemekten vazgeçebilir. Onun dışında o hazırlıkta belki bir örgüt suçu olabilir, hükümeti devirmeye teşebbüsle ilgili değil de bir suç işlemek için eylem olabilir. TCY’nin 314. maddesini ilgilendiren bir durum ortaya çıkar. Ama bunun da cezalandırılması için hazırlık davranışlarının o suçu işlemeye elverişli olması gerekiyor. Bu bakımdan kararlardan kuşkuluyum.”
Sami Selçuk suç oluşmamıştır diyor.  Evet suç oluşmamıştır. Bu davada sanıklara olsa olsa çete oluşturmaktan ceza verilebilirdi. Selçuk bu konuda şöyle diyor:
“Her zaman fail suçu işlemekten vazgeçebilir. Onun dışında o hazırlıkta belki bir örgüt suçu olabilir, hükümeti devirmeye teşebbüsle ilgili değil de bir suç işlemek için eylem olabilir. TCY’nin 314. maddesini ilgilendiren bir durum ortaya çıkar. Ama bunun da cezalandırılması için hazırlık davranışlarının o suçu işlemeye elverişli olması gerekiyor. Bu bakımdan kararlardan kuşkuluyum.”
Savunma suç oluşmuş gibi bir havaya girerek davayı zayıflattı. Sadece usüle ilişkin eksiklikler, adil yargılanma hakkı ileri sürülerek sanki ortada böyle bir suç var da yargılaması eksik yapılıyor kanısına yol açtı..  Bazı yandaş kalemler  bu yüzden “usül önemli değil esasa bakın” diye yazdılar. Oysa ergenekon davası esastan yoksun bir dava idi..
Darbeye teşebbüs Talat Aydemir davasındaki gibi olabilir.. Talat Aydemir 21 Mayıs 1961’de silahlı güçlerle devletin birçok kurumunu ele geçirdi, radyodan ihtilal bildirisini okudu ancak Hava Kuvvetlerinin muhalefeti nedeniyle başarıya ulaşamadı.. İşte burada suça teşebbüs oluşmuştu.. Ergenekonda ise böyle bir durum yok.. Belki ortada bir darbe düşüncesi var, bu doğrultuda bir takım girişimler var ancak suçun unsuru olan cebir  ve şiddet yok.. Sami Selçuk’un dediği gibi eksik teşebbüs var..
Güçlü bir siyasi savunma toplumda daha güçlü bir etki bırakacak ve karşı devrim gerileyecekti.
Siyasi savunma geleneği sadece bize özgü değildir,  evrensel bir yöntemdir..

24 Haziran 2013 Pazartesi

Direnişin ortak paydası muasır medeniyet

Taksim Gezi Parkı Direnişinden siyasi hareketlerin çıkaracağı dersler vardır.  Türkiye’nin işgal altında olduğu varsayımına dayalı milli mücadele stratejisi kendini gözden geçirmeli..


Taksim Gezi Direnişinin ortak paydası muasır medeniyet yani çağdaşlık ve özgürlüktür. Bu paradigmanın temel taşları 1789 büyük Fransız Devrimi ile atıldı. Muasır Medeniyetin yüzü batıya dönüktür. Mustafa Kemal gençliğe muasır medeniyeti hedef olarak göstermiştir.
Muasır Medeniyet hala doğuda değil batıdadır
Muasır Medeniyet bugün hala doğunun baskıcı rejimlerinde değil batıdadır. Çin Halk Cumhuriyeti geleceğin süper gücü olarak niteleniyor ama bugün Çin baskı ve zulmün sürdüğü bir ülkedir. Resmi kayıtlara göre Çin Halk Cumhuriyeti’nde yılda 700, gerçekte ise 2000 civarında insan idam edilmektedir. Bir diğer doğu rejimi Rusya'da KGB- Mafya izlerini taşıyan bir baskı rejimi vardır.
Çinli gençlerin  sözlüğünde seçim sözcüğü yok. Bunu 2007 yılında Pekin’de öğrendiğimde şaşkına dönmüştüm. Pekin seyahatimde bir turizm firmasından İngilizce bilen bir bayan rehber almıştım. Kıza “sizde kaç yılda bir seçim olur?” diye sorduğumda rehber kız anlamamıştı.  Bunun telaffuzdan kaynaklandığını düşünerek sonunda  “election” sözcüğünü yazdım, gene anlamadı. Akşam yemekte firmanın müdiresine durumu anlattığımda aldığım cevap beni şaşırtmıştı. Müdire Çin’de seçim olmaz demişti.
Çin’de seçim oluyor ancak seçim halkın oy kullandığı bir genel seçim değil. Bizdeki STK’lara benzeyen kuruluşların üyeleri katılıyor bu seçimlere, yani azınlık tayin ediyor Çin Halk Cumhuriyeti’nde iktidarı.
Çin bugün dünya emperyal düzeninin büyük ortağı, Rusya da öyle.. Bu yüzden ABD emperyalizmine karşı Şangay 5’lisi bana komik geliyor.
ABD emperyalizmi ile Çin ve müttefikleri arasında bir çatışma var elbette ama biz çatışmadan önce bu güçler arasındaki işbirliğine, ortaklıklara bakalım. Bugün ABD ekonomisi Çin’e bağımlı olduğu gibi Çin’de ABD’ye bağımlıdır. Çin Halk Cumhuriyeti’nin elinde 3 trilyon ABD doları döviz, ABD hazine bonosu bulunmaktadır. Çin mallarının en büyük alıcısı ABD’dir.  Şangay’da ilk gözünüze çarpacak olan ABD firmalarının tabelalarıdır.
Bu yüzden bugün dünyada sürüp giden sömürü düzeninin, adaletsizliğin büyük ortaklarından biri Çin Halk Cumhuriyetidir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün muasır medeniyette yüzünü batıya dönmesi dahice bir politikadır.
Kötülüklerin anası kapitalist sistemdir, daha özgür, daha adil, sömürüsüz bir dünya düzeni kapitalizme karşı mücadele ile mümkündür. Bu mücadeleyi yüzümüzü doğuya dönerek değil batı sistemi içerisinde kalarak kazanabiliriz.
Antikapitalist mücadele ABD’ye karşı diğer bir gerici güç olan Şangay Beşlisi ile işbirliği ile değil bu gerici güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak başarıya ulaşabilir.
ULUSALCILAR ATATÜRK ÇİZGİSİNİ KAVRAYAMIYORLAR
Bizim ulusalcılar Mustafa Kemal’i doğru kavrayamıyorlar. Mustafa Kemal Bağımsızlık Savaşında en büyük desteği  Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin lideri Lenin’den aldı ancak yüzünü buna rağmen batıya dönük tuttu, bu bir deha ürünüdür.
Tarihsel gelişim köleci toplumdan feodal düzene ve oradan da başta büyük Fransız Devrimi olmak üzere devrimler yoluyla burjuva demokrasisine geçti. Bugün batının sorunu burjuva demokrasisini aşmaktır, Türkiye gibi ülkelerin ise öncelikle burjuva demokrasisine kavuşmaktır.
Biz ülkemizde ne istiyoruz?
Adil Yargılanma,
İnsan haklarına saygı,
Yaşam hakkı,
İşkence yasağı,
Özgürlük ve Güvenlik Hakkı,
Adil Yargılanma Hakkı,
Düşünce, Vicdan ve Din Özgürlüğü,
İfade Özgürlüğü,
Toplantı ve Dernek Kurma Özgürlüğü,
Ayırımcılık Yasağı,
Bu başlıklar AİH Sözleşmesinden.
Çok açıkçası bizim bugün hedefimiz burjuva demokrasisidir, bizim toplumun talebi de budur. Bütün bunları Muasır Medeniyet yani çağdaş yaşam olarak tanımlayabilirsiniz.
AKP’nin otoriter bir din devleti kurma amacına karşı ancak batının demokrasi güçleri ile dayanışarak başarılı olabiliriz, Taksim Gezi Direnişi bunun en büyük kanıtıdır.
Yüzünü doğuya dönen, Şangay Beşlisi’ne dahil olmayı devrimcilik olarak gören günümüz ulusalcılığı devrimci gelenekten bir kopuştur, gerici bir tutumdur.

10 Mayıs 2013 Cuma

Meydanlardan korkuyorlar

İstanbul Taksim’i dönüştürüyorlar ve meydanı 1 Mayıslarda emekçilere yasaklamak istiyorlar. Meydanlar onları korkutuyor. Taksim Parkının kaderini şimdilerde Trabzon Taksim Parkı da paylaşmaya hazırlanmakta.
Trabzon Taksim Parkı’nda ağaçlar kuruyor.. Nedeni parkta yapılan yeni düzenleme.. Taksim Parkı’nda 2011 yılında yapılan yeni düzenleme ile park alanına beton atılmış.. Bu betonlama sonucu su alamayan ağaçlar artık solmuş, kuruyor..
Yılların emeği ile sabırla büyütülen o güzelim manolya ağaçlar, çamlar yok olma yolunda..
Çamurdan çok çekmiş, gördüğü her yere beton atan bu köylü zihniyet Taksim Parkı’nı betonlamakla kalmamış beton zeminin üstüne plastik masaları ve sandalyeleri yaymış böylece Taksim alanı bir ucubeye dönmüş..
Bu park alanı Trabzonluların, kasabadan, köyden gelen insanların soluklama yeri idi.. Yorgun insanlar burada yorgunluklarını atar, şehirden bunalanlar burada soluklanırlardı..

Burası insanların buluştukları, dertleştikleri, siyaset tartıştıkları bir buluşma alanıydı..  Park alanında kimin nerede oturacağı belli idi..  Herkes dostunu, arkadaşını nerede oturacağını bilir ve önce o tarafa yönelirdi..
Düzgünce katlanmış dergiler, gazeteler ceplerden çıkarılıp masa üzerine konur, gazetelere, dergilere göz atılır ve siyaset tartışılırdı bu masalarda..
Şimdi bu parkın tadı tuzu kalmamış.. Şehir insanı için beton zemini, plastik masa ve sandalyeleri, kurumaya yüz tutmuş çamları, manolya ağaçları ile burası eski cazibesini kaybetmiş..
3 yıl sonra Trabzon’a giderken ilk uğranacak yer olarak aklımda Trabzon Taksim Parkı vardı.. Beni havaalanında karşılayan emekli hakim arkadaşım Taksim Parkına gitme teklifimi ret etti..



Sabah kahvaltısı için Trabzon’dan 12 km uzağa giderek bir sahil kenarı bulabildik.. Trabzon sahilleri tanjant projesi ile insana kapatılmış, kıyı şeridine kayalar yığılmış ve arkasına beton duvar çekilmiş.. Yani insanlarla deniz arasına Berlin Duvarı , hem de 2000 li yıllarda..
Önce sahili betonladılar, sonra şehir meydanlarını..
Taksim Parkı’nın altına önce otopark yapmak istemişler, halktan tepki görünce vazgeçmişler..
Şimdi önce ağaçları, manolyaları ve çamları kurutacaklar, soğuk betonların üzerine atılan plastik masalar böylece güneş ışınlarına açılacak, insanlar bu alanda serinleyemez hale gelecek ve sonra betonlaşan, ağaçsızlaştırılan bu alan cazibesini kaybedecek, halk burayı terk edecek, artık Taksim Parkı sahipsiz park olacak.. ve ondan sonra bu alana alışveriş merkezi ve otopark dikilecek..
Meyhaneler yok olmuş
Turist rehberleri ile dünyanın her tarafından gelen turistlerin uğrak yeri olan Kuyu’nun yerinde milli içkimiz seçilen ayranı satan bir lokanta var..
Bekir yok yerinde, Şehrin hemen girişindeki Süleyman yok artık..
Şehir tanınmaz hale gelmiş..
Ayasofya’nın ibadete açılacağı söylentileri var..
Meydanlardan korkuyorlar.. Bırakın meydanları,  insanların toplanabileceği her yerden korkuyorlar.. “Yakında insanların tek toplanabileceği yerler camiler ve evler olacak “ diyor Trabzon aydınları..
Ama bu böyle gitmez, meydanları zapt edeceğiz..


Rahmi Ofluoğlu
HÜRRİYET KAVGASI

Yine kitapları, türküleri, bayraklarıyla geldiler,
dalga dalga aydınlık oldular,
yürüdüler karanlığın üstüne.
Meydanları zaptettiler yine.

                Beyazıt'ta şehit düşen
                silkinip kalktı kabrinden,
                ve elinde bir güneş gibi taşıyıp yarasını
                yıktı Şahmeran'ın mağarasını.

Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar.
Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır.
Safları sıklaştırın çocuklar,
bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır.

                                                                            (1962)
Nazım Hikmet

29 Mart 2013 Cuma

Milyonlarca Kürdü dışlayarak ulusal bütünlük korunamaz

Milyonlarca Kürt vatandaşı dışlayarak, kapitalizmim yoksullaştırdığı milyonları, iflas eden on binlerce KOBİ’yi görmemezlikten gelerek bu ülke  insanlarından destek alamazsınız.. Taraftar alkışları ülke bütünlüğünü sağlamaya yetmez..

Milyonlarca Kürdü yok sayarak ulusal bütünlüğün sağlanacağını iddia etmek gerçekçi değildir. 40 yıldır süren çatışmalar 40 bin can aldı. Barışı çözüm olarak görmeyenler açıkça söylemeliler, “biz askeri çözümden yanayız” diye.. Hiçbir çözüm yolu sunmadan vatan, millet, Sakarya nutukları ile barışa karşı çıkmak yurtseverlikle bağdaşmaz. Ölenler halkın çocukları.. Siz 40 bin kişi yetmez, daha çok insan ölmeli diyorsanız, sizin sol ile, halk ile de bir ilişkiniz, bağınız olamaz..
Bugün barışa karşı çıkanlar tekelci kapitalizmin yoksullaştırdığı milyonların sesine de kulak vermeyenlerdir. Son 10 yılda on binlerce KOBİ battı.. 13 milyon icra dosyası mevcut.. On binlerce kişi ekonomik suçlardan hapiste veya kaçak yaşıyor.. Milyonlarca insan haciz tehdidi altında kaçak yaşıyor.. Bu insanların alacaklıları bankalar, faktöringler, tefeciler.. Türkiye’de bankacılık büyük ölçüde yabancıları elinde..40 bin can yetmez, daha çok ölmeli diyenler küreselleşmenin ve tekelleşmenin yoksullaştırdığı, işsiz bıraktığı milyonların sorunlarına da biganedirler. Küreselleşmenin batırdığı on binlerce KOBİ’ye onlar ilkel bir kafa ile yaklaşırlar, onları suçlu ve dolandırıcı görürüler. Bunların kafa yapıları borç-alacak ilişkisinde hala feodal dönemdedir.. Her ne kadar aydınlanmadan bahsedip dursalar da kafalarının içi karanlıktır.. Bu karanlık kafalarla halkı cahillikle suçlamaktan da geri durmazlar..
Bugün bakınız, en koyu ulusalcı partinin oyu  % 1 in altındadır. Devrimler halkın desteği ile gerçekleşebilir.. Siz halka ne kadar yakınsanız, halk da size o kadar yakındır.. Halk desteği demek elbette % 51 oy demek değildir, ama % 1 de değildir.
Türkiye’de en tehlikeli ayrılıkçılık ırkçılıktır, ırkçı yaklaşımlar bu ülkeyi paramparça eder.. Türkiye’nin çimentosu laiklik ve bütünleştirici ulus ve vatandaşlık anlayışıdır. Irkçı, dinci yaklaşımlar ülkeyi böler, parçalar.
Halkın sorunlarına yabancı, ülke gerçeklerinden kopuk vatan, millet, Sakarya nutukları ile bolca alkış alabilirsiniz, ama ne halktan destek alabilirsiniz, ne de ülke bütünlüğüne katkı verebilirsiniz..
Türkiye’ni son on yılında, AKP iktidarında piyasa ekonomisi daha kararlı uygulanırken, özelleşme hız kazandı. Bu dönemde Dünya Ticaret Anlaşmasının genişlemesi, Çin’in anlaşmaya taraf olması küreselleşmeyi hızlandırdı. İşte bu dönem başta tekstil olmak bir çok sektörde iflaslara yol açtı.. Aynı dönemde bankacılık sektörüne yabancılar önemli oranda girdi ve bankacılık sektörü en karlı sektör oldu ve büyüdü.. Bütün bu gelişmeler on binlerce esnafın batmasına, KOBİ’lerin iflasına neden olurken milyonlarca kredi kartı mağduru ve ekonomik suçlardan milyonu aşan ceza davası dosyasına, on binlerce insanı hapse girmesine neden oldu. Adalet Bakanının açıklamasına göre son 5 yıl sırf taahhüdü ihlalden 85.000 kişi hapse girdi, bu suçtan kaçak olanlar hariç..
Ulusalcılar ve kendini  sol  olarak tanımlayanların önemli bir bölümü halkın bütün bu sorunlarına uzak durdular..
Tekelci kapitalizmin yarattığı bütün bu haksızlıklara karşı halka öncülük yapması gereken sosyal demokratlar, ulusalcılar sadece sessiz kalmadılar, bu haksızlıkları az da olsa gidermeye yönelik düzenlemelere karşı çıktılar.. İstanbul Barosu’nun da içerisinde bulunduğu Marmara Baroları toplanıp karşılıksız çek cezalarının kalkmasına ve haczedilmezliğin sınırlarının genişletilmesine karşı ortak açıklama yaptılar.
Ulusalcı barolar bu açıklamayı yaparken çokça kullandıkları anti emperyalizmi unutuverdiler.. Çünkü bu tutumları ile banka ve faktöringlerden yana tavır almışlardı. Onlar tekelleşmenin ve küreselleşmenin işsiz bıraktığı, yoksullaştırdığı ve bu nedenlerle kredi kartlarını ödeyemeyen insanlara karşı acımasız bir tutum sergilediklerinin farkında değillerdi. Gene küreselleşme ve tekelleşmenin iflasa sürüklediği on binlerce KOBİ’ye karşı duyarsız kaldıklarını düşünmüyorlardı..
Onlar bu acımasız karşı tavırları alırken AKP hükümeti karşılıksız çeki suç olmaktan çıkararak, ev hacizlerine sınırlama getirerek milyonların sempatisini kazanıyordu..  Diğerleri ise borçluları ilkel bir kafa ile suçlu olarak görmeye hala devam ediyorlar.. Onlar borçlunun evdeki bir televizyonunun, bir buzdolabının haczinden yanalar.. Hatta bebelerin oyuncaklarının bile haczinden yanalar.. Onlara göre bütün borçlular dolandırıcıdır, suçludur.. Borçluların yaşama hakkı yoktur veya buzdolabı, televizyon ihtiyaçtan sayılmaz..
İşte onlar, kapitalizmin yarattığı haksızlıklardan, tekelleşmeden, küreselleşmeden bihaber vatan kurtarıcılığına soyunuyorlar.. “Söz konusu olan vatansa”  Kürt doğmak suçtur, 40 bin kişi ölmüş, ne önemi var,40  bin daha ölsün.. Onlar için işin, aşın, barışın ve özgürlüğün vatan yanında ne önemi var!.. İşçileşen on binlerce avukatın sorunları da onların gündeminde yoktur..
Soyut bir antiemperyalizm, ruhsuzdur.. Gerçek antiemperyalizm halkın içinde olmak, halkın içinde örgütlenmekle mümkündür. Bunun için de halkın sorunlarına yabancı olmayacaksınız..
KOCASAKAL’ın dediği gibi Samsun, Amasya, Sivas ve Erzurum Kongreleri ile halkla kucaklaşmak, yeni bir antiemperyalist ruhla yola çıkmak gerekir, Türkiyle, Kürdüyle, lazıyla, emekçilerle, işçilerle, yoksullaşan milyonlarla bütünleşerek.. Aksi laf -ı güzaftır..

25 Mart 2013 Pazartesi

Türkiye Bölünmez, Erdoğan Şaka Yapıyor

Öcalan’ın heyecanla beklenen mektubu, Nevruzda, Diyarbakır’da okunduktan sonra yazılı ve görsel basında federasyon, konfederasyon tartışması başladı. Irak Kürdistanı  Irak’tan ayrılacak, Suriye’de bağımsız bir Kürt devleti kurulacak, bu arada barış süreci ile Türkiye’de Özerk Kürt devleti oluşacak ve bu federe yapılar bir konfederasyonda birleşecek..

Bir başka senaryo, ABD’nin desteği ile AB benzeri bir Türk birliğinin Ortadoğu ve Kafkaslarda kurulacağıdır.
Suriye, Irak ve Türkiye Kürtlerinin bir federasyonda bir araya gelmeleri mümkün değildir. Irak ve Suriye Kürtleri kapitalist düzenin çok uzağında bir feodal düzendeler. Bu bölgede aşiret ilişkileri sürmektedir. Bu coğrafyadaki Kürtler etnik, siyasi, dinsel, dil ve kültürel farklılıklar taşımaktadır. Alevi, Sünni, Zaza, Kirmanca gibi.. Bir Zaza ile Kirmaçi’nin dilde anlaşmaları mümkün değildir.
Türkiye Kürtlerinin bir coğrafi bölge olarak ayrılmaları bölgenin yapısı müsait değildir. Diyarbakır ve Hakkari yöresinde yoğun bir Kürt nüfusu olmasına karşın aynı durum Maraş, Malatya, Kars vs. gibi illerde söz konusu değildir.
Olacak olan şudur; barış sürecinde ateşkes sağlanacak, yeni Anayasa’da yerel yönetimler güçlendirilecek ve belki Türkiye başkanlık sistemine geçecektir.
Türkiye’nin uniter yapısı bozulmaz. Kürtler özerk bir devlet olmaz, Kürt bölgesinde bağımsız bir Kürt silahlı gücüne ve bağımsız bir polis teşkilatına izin verilmez.
Bunun Öcalan ve Kürtler de biliyor..
Öcalan süreci çok iyi okumakta.. Konjonktürü görmekte ve Okyanus ötesine, Fethullah Gülen’e selam göndermekte ve “ Muhterem Fethullah Gülen’e selam söyleyin, onu en iyi ben anlarım..” demektedir.
Gülen barış süreci için “Sulhta hayır vardır.” Demişti..



Barış süreci, büyük Türkiye ve kanı durdurma sloganı ile yürüyecek, barış kısa sürede sağlanacak ve Erdoğan kanı durduran, büyük Türkiye’nin önünü açan siyasi lider olarak 2014 ve 2015 seçimlerini kazanacak ve belki Nobel Barış ödülünü de alacaktır.
Kürtler için bu süreç nihai amaca giden bir süreç olmaz. Konjonktür bir kez daha Erdoğan’dan yana. Aydınlık Gazetesinin yazdığı gibi “ ABD; İran-Irak-Suriye-Lübnan hattına karşı Türkiye-Kürdistan-İsrail hattı inşa etme peşinde..”
İşte Erdoğan bu konjonktürel durumdan yararlanarak önündeki engelleri aşacaktır.
CHP belki de ilk kez doğru bir politika izliyor ve susuyor. Genel Başkan yardımcısı Haluk Koç ” bazen susmakta bir politikadır.”  Diyor. CHP susarak en azından oy kaybetmeyecektir, susabilirse…
Böylece, Erdoğan bir kez daha muhaliflerini kötü bir muhalefete mahküm etmektedir.
Barış sürecinden en karlı çıkacak olan Recep Tayyip Erdoğan’dır.  Güray Öz, 24 Mart tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısında şöyle diyor:
“Kürtler yalnızca yerel yönetimler, valiler vb. konularda yoğunlaşır, karşılığında başkanlık sistemine ya da bir başka formüle evet derlerse büyük bir yanlışa düşmüş olacaklardır.
Kürt aydınları da, Türk aydınları da Başbakan Erdoğan’ın kendi mesajları ile örtüştüğünü söylediği Öcalan mektubunun başka mesajlarla, başka gelişmelerle örtüşüp örtüşmediğine de baksalar iyi olacaktır”.
Güray Öz  “Proje Hız Kazandı” yazısını bu sözlerle bitiriyor. Bu görüşe tamamen katılıyoruz.  Ancak Kürtler neye dikkat ederlerse etsinler alacakları en büyük taviz yerel yönetimlerdir.
Sürecin diğer önemli sonucu ise Ergenekon, Balyoz ve KCK’yı kapsayacak bir aftır. Öcalan serbest kalmasa bile özgürleşecek, en azından İmralı’da veya başka bir yerde gözetim altında serbestçe siyaset yapabilecektir.
Hepsi bu kadar…


Rahmi Ofluoğlu

21 Mart 2013 Perşembe

Kim özgürlüklerden yana?

Kim özgürlüklerden yana?
Taahhüdü İhlal 4. Yargı Paketine Girebilir
Türkiye yaman bir çelişki yaşıyor..  Temel insan haklarını başta Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın koruması gerekirken Türkiye’de bu konu siyasi iktidar tarafından yürütülmektedir.
İnsan hak ve özgürlüklerinin garantisinin iktidar olması demokrasi adına çok kötü bir olaydır. Ancak maalesef Tükiye'de yargının ve muhalefetin yetersizliği böylesi hazin bir sonuç vermektedir.
Batıda Anayasa anlayışı, özgürlüklerin yürütme erkine karşı korunması düşüncesine dayanmaktadır. Anayasa mahkemeleri anayasal özgürlüklerin koruyucularıdır. Bizde tam tersi çalışmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay ekonomik güçten yana, devletçi bir yaklaşım sergilerken iktidar erki yargının tersini yapmaktadır.
İktidar geniş halk kitlelerinin nabzını tutmakta ve halkı ezen vahşi kapitalizmin yasalarını AB mevzuatına göre yeniden düzenlemektedir.  Bizde sol ve özellikle muhalefet halkın nabzını tutmakta son derce başarısızdır.
Taahhüdü ihlal cezası
Adalet Bakanı Sadullah Ergin bir milletvekilinin sorularına verdiği cevapta:
“Son 4 yılda taahhüdü ihlal cezasından 85.000 kişi hapse girdi. Yaptığımız araştırmada Avrupa ülkelerinde böyle bir cezanın olmadığını gördük. Modern bir İcra İflas Kanunu için çalışmalarımızı hızlandırdık..” diyor.
Bu açıklamadan net olarak anlaşılan; taahhüdü ihlal suçu diye bir düzenlemenin modern hukukta olmadığı, Türkiye’de bu cezanın kaldırılacağıdır.
Bakan açıklamasında:
“yurttaşların haciz tehdidi altında icra taahhütlerini imzaladığını” özellikle belirtiyor..
Hiç şüphesiz haciz tehdidi ile icra taahhüdü almak faktöring, banka, finans kuruluşları v.s avukatlarının yaygın bir uygulaması..
 İzmir 6. İcra Ceza Mahkemesi  “… adil yargılanma hakkının ve sözleşmeden doğan bir yükümlülüğün yerine getirilememesinden dolayı özgürlüğü kısıtlama yasağının ihlal edildiği ...”   iddiası ile İİK 340. Maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. Anayasa Mahkemesi 12 Şubat 2012 tarihli kararında Taahhüdü İhlal cezasının Anayasanın 38. Maddesine ve uluslararası sözleşmelere aykırı olmadığı gerekçesi ile başvuruyu ret etti..
Kim özgürlükten ve insan haklarından yana? Hükümet mi Anayasa Mahkemesi mi?
Aslında bu soruya daha çok muhalefet girmeliydi, ancak özgürlükler söz konusu olunca muhalefetin esamesi okunmuyor.. Biz yukardaki sorunun cevabını iki somut olayda arayacağız; çek kanunları ve İİK 340, popüler ifade ile taahhüdü ihlal.. Taahhüde yukarda çok az değindik...

3167 ve 5941 sayılı çek kanunu
Anayasa Mahkemesi aynı tutumu çek kanunları için de sergilemişti. 2003 yılında 3167 sayılı çek kanununun anayasanın 38. Maddesine aykırı olduğu gerekçesi ile yapılan iptal başvurusunu ret ettiği gibi aynı gerekçe ile 5941 sayılı yasanın iptali için de yapılan başvuruyu ret etmişti. Oysa hükümet 6273 sayılı yasa ile karşılıksız çeke hapis cezasını kaldırdı. 6273 sayılı kanunun genel gerekçesinde ve cezayı düzenleyen 5. Maddenin gerekçesinde hükümet karşılıksız  çeke cezanın Anayasanın 38. Maddesine ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu savunuyor..
Anayasa mahkemesinin çek kanunu ile ilgili bir başka garabeti de şimdiki mahkeme başkanı Haşim Kılıç’ın tutumudur.
Haşim Kılıç 2003 yılında yüksek mahkemenin iptal istemine verdiği ret kararına çok tutarlı bir karşı oy yazısı yazıyor. Haşim Kılıç karşı oy yazısında şöyle diyor:
“Anayasa’nın 38. maddesine 4709 sayılı Yasa ile eklenen sekizinci fıkrada “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” denilmektedir. Anayasa’da yapılan bu değişiklik Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4 nolu protokolün birinci maddesinden -yazım farklılığı dışında- aynen alınmıştır. Anayasakoyucunun amacını ve hangi nedenle böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyduğunu maddenin gerekçesi ve Mecliste yapılan görüşmeler gözetilerek ortaya koymak gerekir. Yapılan bu değişiklik pozitif hukuk kurallarına kaynaklık etmiyor, ya da etkilemiyorsa kural haşivdir denilebilir. Anayasakoyucu böyle bir amaç gütmeyeceğine göre Anayasa’nın 38. maddesine giren bu kurala işlerlik kazandırmak gerekir. İhmal, hile ve kötü niyet dışında kalan ekonomik suçlara ekonomik ceza öngörülmesi çağdaş dünyada kabul edilen ve izlenen bir politikadır. Bu anlayış ve amaç içinde düşünülmediği takdirde Anayasa’nın 38. maddesinde yazılmış olan bu değişikliğin pozitif hukuk içinde uygulama alanı hiç yok denecek kadar işlevsiz olduğu çok açıktır. Bu değişiklik yapılmadan önce kimi ekonomik suçlara hapis cezası öngörülmesi Anayasa’ya aykırı olmamasına karşın, yeni kural bu alanı sınırlayarak oldukça daraltmıştır.”
Aynı Haşim Kılıç 5941 sayılı yasa için yapılan başvuruya diğer üyelerle birlik, oy birliği ile ret kararı veriyor..
Peki, ne oldu? Haşim Kılıç’a göre;  Çek 2003 yılında bir sözleşme idi.. Sözleşmeden kaynaklanan bir edimi yerine getirmediği gerekçesi ile hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamazdı? Peki, ne oldu da Haşim Kılıç’ın görüşü değişti? Çek 2003 yılında bir sözleşme idi de, 2011 yılında başka bir şey mi oldu?
YARGITAY
Yargıtay Ceza Genel Kurulu Esas No 2001/17HD-294, 20.03.2002 tarihli kararında kast veya hile yoksa, kişi elinde olmayan nedenlerle taahhüdünü yerine getirememişse,340. Maddedeki ödeme şartını yerine getirmeme suçunun oluşmayacağına hükmetmiştir. YCGK’lu bu görüşünü maddedeki “makul bir sebep..”  ibaresine dayandırmıştır.  YCGK’lu bu yorumu AİHS 4 Nolu Protokolde yer alan “inability” sözcüğünden hareketle yapmıştır. Protokol’ün 1. Maddesi şöyledir:
“No one shall be deprived of his liberty merely on the ground of inability to fulfil a contractual obligation.”
Hiç kimse sözleşmeden kaynaklanan bir edimi yerine getiremediği için özgürlüğünden yoksun bırakılamaz..
Yargıtay Ceza genel Kurulu  önüne gelen bir dosyayı enine boyuna tartıştıktan sonra şu sonuca varıyor:
Borçlu –sanık hakkındaki icra takibi sırasında borcunu 1.8.2000 tarihinde ödeyeceğini bildirmiş, bu talebi kabul edilerek kabul muhtırası 8.8.2000 tarihinde borçlu-sanığa tebliğ edilmiştir.
İİY’nın 340.maddesi uyarınca “alacaklının muvafakati ile kararlaştırılan ödeme şartının” ise bir sözleşme olduğu yönünde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Maddedeki “makbul sebep” kavramı, Anayasanın 38 maddesinin 9. fıkrasındaki “yerine getirememe” kavramından daha dardır. Bu nedenle üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren bu yeni Anayasal düzenleme çerçevesinde, sanığın borcunu hangi nedenle veya nedenlerle yerine getiremediğinin araştırılarak, hukuki durumunun belirlenmesinde zorunluluk bulunduğundan Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
YCGK’lu bu kararına ne ceza daireleri uyuyor , ne de mahkemeler..
Bakanın açıklamasına göre son 4 yılda bu suçtan 85 kişi hapse giriyor. 
Buradan çıkan sonuç hükümetin halkın özgürlüğünü koruduğu, yüksek mahkemelerin devletçi ve otoriter bir yaklaşımla bireyin özgürlüğüne yaklaştığıdır.
Mevcut durum bu, ama gerçek bu mudur?
AKP hükümeti döneminde Türkiye’de kapitalistleşme ve tekelleşme alabildiğine hızlanmış, zengin daha zengin olurken on binlerce esnaf ve KOBİ batmıştır.. Kamu sektörü küçülürken diğer yanda zenginler servetlerine servet kattılar. AKP kendi politikaları ile yarattığı haksızlıkları AB mevzuatına uyum ve AİHM endişesi ile kendisi düzeltmek durumunda kaldı. Bu düzenlemeler yoksullaşan kesimlerin öfkesini yumuşatsa da gerçekte haksızlıkların ve adaletsizliklerin köklü çözümü olmaktan uzaktırlar. Türkiye'de batı anlamında bir sosyal demokrat muhalefet ve sol olmadığı için iktidar problemleri aspirin tedavisi ile geçiştirmekte zorlanmamaktadırlar.
Bu dönemde mahkemelerdeki çek dosyalarının sayısı 1 milyonu bulmuş, Adalet Bakanının açıklamasına göre son 4 yılda taahhüdü ihlalden 85.000 insan hapse girmiştir. Kapitalizmin yarattığı bu adaletsizliği, haksızlıkları solun, CHP’nin gündeme taşıması beklenirdi. CHP sürekli olarak iktidarın yarattığı gündemin peşine takılmış, CHP’yi iktidar alternatifi yapacak sosyal demokrat politikalar oluşturamamıştır.
Yargı ise kişi hak ve özgürlüklerini korumakta yetersiz kalmıştır. Bu durumda kapitalistleşme ve tekelleşmenin yarattığı tahribatı azaltma görevi iktidar tarafından yerine getirilmektedir.  Başka bir söylemle iktidar hem iktidar işlevini yerine getirmekte ve hem de muhalefet..
İktidarın toplumdaki birikimi ve tepkiyi bu şekilde azaltması muhalefeti güçsüzleştirmekte, iktidarın sürmesine katkı vermektedir. Bu durum Türkiye'ye özgüdür..
AKP’nin aynı yaklaşımı Ergenekon, Balyoz gibi davalarda göstermemesine şaşmamak gerekir.. AKP bu davalarla ilgili yaklaşımını PKK ile uzlaşma aşamasında kesinlikle değiştirecektir.
Türkiye’nin önünde bir genel af var..
Bu arada beklenen bir soruyu cevaplayalım. Taahhüdü İhlal 4. Yargı Paketine girer mi? Girebilir, ancak girmesi birazda mağdurların sesini yükseltmelerine bağlıdır..

9 Ocak 2013 Çarşamba

68 Kuşağı'nın Kürt sorununa bakışı

68 Kuşağı'nın Kürt sorununa yaklaşımı devlet yönetimince örnek alınsaydı Türkiye bugün Orta Doğu'da söz sahibi olurdu.

Türkiye 68 kuşağının en şanlı eylemi 12 Haziran İşgalleridir.  Bu işgalin hedefi demokratik üniversitedir. İşgal tamamen olmasa bile kısmen başarıya ulaşmıştır. Yönetim öğrencileri muhatap olarak kabul etmiş ve talepleri tartışmıştır. Yönetimle yapılan görüşmeler sonucunda üniversitede birçok yenilik olmuştur.
Fakültelere öğrenciler tarafından seçilen öğrenci temsilcilikleri gelmiş,  sınav ve sınıf geçme kuralları değişmiştir.
Bu eylem öğrenciler tarafından kurulan işgal komiteleri ve işgal komitelerinin seçtiği İşgal Konseyi’nce yürütülmüştür. İşgal Konseyi’nin iki başkanı vardır. Bunlar eşbaşkanlarıdır;  Bozkurt Nuhoğlu ve Kemal Bingöllü.
Kemal Bingöllü bir Kürt’tür, Bozkurt Nuhoğlu ise Karadenizli bir Türk..  Peki, İşgal Konseyi’nin biri Kürt, diğeri Türk iki başkanının olması bir tesadüf müdür?
Asla, bir tesadüf değildir.. İşgal eylemini gerçekleştirenler, işgalin geniş bir öğrenci tabanına oturması ve başarıya ulaşması için bu tercihi özellikle yapmışlardır ve başarılı da olmuşlardır.
İşgal eylemi nasıl başladı, başlangıçta kimler vardı, işgal komiteleri ve İşgal Konseyi nasıl oluştu?
Bu eylem kararı Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından verildi.. Sonradan liderliğe getirilen iki başkan, Bozkurt Nuhoğlu ve Kemal Bingöllü karar aşamasında yokturlar.
İşgal Sabahı Deniz’in isteği üzerine Bozkurt Nuhoğlu’nu ben gidip Fındıkzade’deki evinden aldım. Bozkurt’a “ üniversiteyi işgal ettik, Deniz seni arıyor” dediğimde Bozkurt bana inanmadı. Ben ısrar edince de “ Geliyorum…ama bu yalansa senin ben….” diye söylendi.  İstanbul Üniversitesi’ne vardığımızda ise gerçeği gördü ve şaşırdı.. Üniversite işgal edilmişti ve üniversitede bütün yönetim öğrencilerin eline geçmişti.
Eylem soldaki öğrenci kuruluşlarını bir araya getirdi. Ayrı sol çizgilerde yürüyen DÖB ile FKF işgalin yönetimi konusunda anlaştılar. İki kuruluşun yöneticileri kendi karar mekanizmaları içerisinde işgalin yürütülmesine yönelik ilke kararları oluşturdular. Bir sağduyu oluştu ve bu sağduyu Kürt-Türk işbirliğine karar verdi.
68’in bu sağduyusu devlet yönetimine örnek olabilseydi bugün ABD vesayetine gerek duyulmaksızın Türkiye Orta Doğu’da söz sahibi olurdu.
İşte 68 budur.

Rahmi Ofluoğlu