29 Mart 2013 Cuma

Milyonlarca Kürdü dışlayarak ulusal bütünlük korunamaz

Milyonlarca Kürt vatandaşı dışlayarak, kapitalizmim yoksullaştırdığı milyonları, iflas eden on binlerce KOBİ’yi görmemezlikten gelerek bu ülke  insanlarından destek alamazsınız.. Taraftar alkışları ülke bütünlüğünü sağlamaya yetmez..

Milyonlarca Kürdü yok sayarak ulusal bütünlüğün sağlanacağını iddia etmek gerçekçi değildir. 40 yıldır süren çatışmalar 40 bin can aldı. Barışı çözüm olarak görmeyenler açıkça söylemeliler, “biz askeri çözümden yanayız” diye.. Hiçbir çözüm yolu sunmadan vatan, millet, Sakarya nutukları ile barışa karşı çıkmak yurtseverlikle bağdaşmaz. Ölenler halkın çocukları.. Siz 40 bin kişi yetmez, daha çok insan ölmeli diyorsanız, sizin sol ile, halk ile de bir ilişkiniz, bağınız olamaz..
Bugün barışa karşı çıkanlar tekelci kapitalizmin yoksullaştırdığı milyonların sesine de kulak vermeyenlerdir. Son 10 yılda on binlerce KOBİ battı.. 13 milyon icra dosyası mevcut.. On binlerce kişi ekonomik suçlardan hapiste veya kaçak yaşıyor.. Milyonlarca insan haciz tehdidi altında kaçak yaşıyor.. Bu insanların alacaklıları bankalar, faktöringler, tefeciler.. Türkiye’de bankacılık büyük ölçüde yabancıları elinde..40 bin can yetmez, daha çok ölmeli diyenler küreselleşmenin ve tekelleşmenin yoksullaştırdığı, işsiz bıraktığı milyonların sorunlarına da biganedirler. Küreselleşmenin batırdığı on binlerce KOBİ’ye onlar ilkel bir kafa ile yaklaşırlar, onları suçlu ve dolandırıcı görürüler. Bunların kafa yapıları borç-alacak ilişkisinde hala feodal dönemdedir.. Her ne kadar aydınlanmadan bahsedip dursalar da kafalarının içi karanlıktır.. Bu karanlık kafalarla halkı cahillikle suçlamaktan da geri durmazlar..
Bugün bakınız, en koyu ulusalcı partinin oyu  % 1 in altındadır. Devrimler halkın desteği ile gerçekleşebilir.. Siz halka ne kadar yakınsanız, halk da size o kadar yakındır.. Halk desteği demek elbette % 51 oy demek değildir, ama % 1 de değildir.
Türkiye’de en tehlikeli ayrılıkçılık ırkçılıktır, ırkçı yaklaşımlar bu ülkeyi paramparça eder.. Türkiye’nin çimentosu laiklik ve bütünleştirici ulus ve vatandaşlık anlayışıdır. Irkçı, dinci yaklaşımlar ülkeyi böler, parçalar.
Halkın sorunlarına yabancı, ülke gerçeklerinden kopuk vatan, millet, Sakarya nutukları ile bolca alkış alabilirsiniz, ama ne halktan destek alabilirsiniz, ne de ülke bütünlüğüne katkı verebilirsiniz..
Türkiye’ni son on yılında, AKP iktidarında piyasa ekonomisi daha kararlı uygulanırken, özelleşme hız kazandı. Bu dönemde Dünya Ticaret Anlaşmasının genişlemesi, Çin’in anlaşmaya taraf olması küreselleşmeyi hızlandırdı. İşte bu dönem başta tekstil olmak bir çok sektörde iflaslara yol açtı.. Aynı dönemde bankacılık sektörüne yabancılar önemli oranda girdi ve bankacılık sektörü en karlı sektör oldu ve büyüdü.. Bütün bu gelişmeler on binlerce esnafın batmasına, KOBİ’lerin iflasına neden olurken milyonlarca kredi kartı mağduru ve ekonomik suçlardan milyonu aşan ceza davası dosyasına, on binlerce insanı hapse girmesine neden oldu. Adalet Bakanının açıklamasına göre son 5 yıl sırf taahhüdü ihlalden 85.000 kişi hapse girdi, bu suçtan kaçak olanlar hariç..
Ulusalcılar ve kendini  sol  olarak tanımlayanların önemli bir bölümü halkın bütün bu sorunlarına uzak durdular..
Tekelci kapitalizmin yarattığı bütün bu haksızlıklara karşı halka öncülük yapması gereken sosyal demokratlar, ulusalcılar sadece sessiz kalmadılar, bu haksızlıkları az da olsa gidermeye yönelik düzenlemelere karşı çıktılar.. İstanbul Barosu’nun da içerisinde bulunduğu Marmara Baroları toplanıp karşılıksız çek cezalarının kalkmasına ve haczedilmezliğin sınırlarının genişletilmesine karşı ortak açıklama yaptılar.
Ulusalcı barolar bu açıklamayı yaparken çokça kullandıkları anti emperyalizmi unutuverdiler.. Çünkü bu tutumları ile banka ve faktöringlerden yana tavır almışlardı. Onlar tekelleşmenin ve küreselleşmenin işsiz bıraktığı, yoksullaştırdığı ve bu nedenlerle kredi kartlarını ödeyemeyen insanlara karşı acımasız bir tutum sergilediklerinin farkında değillerdi. Gene küreselleşme ve tekelleşmenin iflasa sürüklediği on binlerce KOBİ’ye karşı duyarsız kaldıklarını düşünmüyorlardı..
Onlar bu acımasız karşı tavırları alırken AKP hükümeti karşılıksız çeki suç olmaktan çıkararak, ev hacizlerine sınırlama getirerek milyonların sempatisini kazanıyordu..  Diğerleri ise borçluları ilkel bir kafa ile suçlu olarak görmeye hala devam ediyorlar.. Onlar borçlunun evdeki bir televizyonunun, bir buzdolabının haczinden yanalar.. Hatta bebelerin oyuncaklarının bile haczinden yanalar.. Onlara göre bütün borçlular dolandırıcıdır, suçludur.. Borçluların yaşama hakkı yoktur veya buzdolabı, televizyon ihtiyaçtan sayılmaz..
İşte onlar, kapitalizmin yarattığı haksızlıklardan, tekelleşmeden, küreselleşmeden bihaber vatan kurtarıcılığına soyunuyorlar.. “Söz konusu olan vatansa”  Kürt doğmak suçtur, 40 bin kişi ölmüş, ne önemi var,40  bin daha ölsün.. Onlar için işin, aşın, barışın ve özgürlüğün vatan yanında ne önemi var!.. İşçileşen on binlerce avukatın sorunları da onların gündeminde yoktur..
Soyut bir antiemperyalizm, ruhsuzdur.. Gerçek antiemperyalizm halkın içinde olmak, halkın içinde örgütlenmekle mümkündür. Bunun için de halkın sorunlarına yabancı olmayacaksınız..
KOCASAKAL’ın dediği gibi Samsun, Amasya, Sivas ve Erzurum Kongreleri ile halkla kucaklaşmak, yeni bir antiemperyalist ruhla yola çıkmak gerekir, Türkiyle, Kürdüyle, lazıyla, emekçilerle, işçilerle, yoksullaşan milyonlarla bütünleşerek.. Aksi laf -ı güzaftır..

25 Mart 2013 Pazartesi

Türkiye Bölünmez, Erdoğan Şaka Yapıyor

Öcalan’ın heyecanla beklenen mektubu, Nevruzda, Diyarbakır’da okunduktan sonra yazılı ve görsel basında federasyon, konfederasyon tartışması başladı. Irak Kürdistanı  Irak’tan ayrılacak, Suriye’de bağımsız bir Kürt devleti kurulacak, bu arada barış süreci ile Türkiye’de Özerk Kürt devleti oluşacak ve bu federe yapılar bir konfederasyonda birleşecek..

Bir başka senaryo, ABD’nin desteği ile AB benzeri bir Türk birliğinin Ortadoğu ve Kafkaslarda kurulacağıdır.
Suriye, Irak ve Türkiye Kürtlerinin bir federasyonda bir araya gelmeleri mümkün değildir. Irak ve Suriye Kürtleri kapitalist düzenin çok uzağında bir feodal düzendeler. Bu bölgede aşiret ilişkileri sürmektedir. Bu coğrafyadaki Kürtler etnik, siyasi, dinsel, dil ve kültürel farklılıklar taşımaktadır. Alevi, Sünni, Zaza, Kirmanca gibi.. Bir Zaza ile Kirmaçi’nin dilde anlaşmaları mümkün değildir.
Türkiye Kürtlerinin bir coğrafi bölge olarak ayrılmaları bölgenin yapısı müsait değildir. Diyarbakır ve Hakkari yöresinde yoğun bir Kürt nüfusu olmasına karşın aynı durum Maraş, Malatya, Kars vs. gibi illerde söz konusu değildir.
Olacak olan şudur; barış sürecinde ateşkes sağlanacak, yeni Anayasa’da yerel yönetimler güçlendirilecek ve belki Türkiye başkanlık sistemine geçecektir.
Türkiye’nin uniter yapısı bozulmaz. Kürtler özerk bir devlet olmaz, Kürt bölgesinde bağımsız bir Kürt silahlı gücüne ve bağımsız bir polis teşkilatına izin verilmez.
Bunun Öcalan ve Kürtler de biliyor..
Öcalan süreci çok iyi okumakta.. Konjonktürü görmekte ve Okyanus ötesine, Fethullah Gülen’e selam göndermekte ve “ Muhterem Fethullah Gülen’e selam söyleyin, onu en iyi ben anlarım..” demektedir.
Gülen barış süreci için “Sulhta hayır vardır.” Demişti..



Barış süreci, büyük Türkiye ve kanı durdurma sloganı ile yürüyecek, barış kısa sürede sağlanacak ve Erdoğan kanı durduran, büyük Türkiye’nin önünü açan siyasi lider olarak 2014 ve 2015 seçimlerini kazanacak ve belki Nobel Barış ödülünü de alacaktır.
Kürtler için bu süreç nihai amaca giden bir süreç olmaz. Konjonktür bir kez daha Erdoğan’dan yana. Aydınlık Gazetesinin yazdığı gibi “ ABD; İran-Irak-Suriye-Lübnan hattına karşı Türkiye-Kürdistan-İsrail hattı inşa etme peşinde..”
İşte Erdoğan bu konjonktürel durumdan yararlanarak önündeki engelleri aşacaktır.
CHP belki de ilk kez doğru bir politika izliyor ve susuyor. Genel Başkan yardımcısı Haluk Koç ” bazen susmakta bir politikadır.”  Diyor. CHP susarak en azından oy kaybetmeyecektir, susabilirse…
Böylece, Erdoğan bir kez daha muhaliflerini kötü bir muhalefete mahküm etmektedir.
Barış sürecinden en karlı çıkacak olan Recep Tayyip Erdoğan’dır.  Güray Öz, 24 Mart tarihli Cumhuriyet Gazetesindeki yazısında şöyle diyor:
“Kürtler yalnızca yerel yönetimler, valiler vb. konularda yoğunlaşır, karşılığında başkanlık sistemine ya da bir başka formüle evet derlerse büyük bir yanlışa düşmüş olacaklardır.
Kürt aydınları da, Türk aydınları da Başbakan Erdoğan’ın kendi mesajları ile örtüştüğünü söylediği Öcalan mektubunun başka mesajlarla, başka gelişmelerle örtüşüp örtüşmediğine de baksalar iyi olacaktır”.
Güray Öz  “Proje Hız Kazandı” yazısını bu sözlerle bitiriyor. Bu görüşe tamamen katılıyoruz.  Ancak Kürtler neye dikkat ederlerse etsinler alacakları en büyük taviz yerel yönetimlerdir.
Sürecin diğer önemli sonucu ise Ergenekon, Balyoz ve KCK’yı kapsayacak bir aftır. Öcalan serbest kalmasa bile özgürleşecek, en azından İmralı’da veya başka bir yerde gözetim altında serbestçe siyaset yapabilecektir.
Hepsi bu kadar…


Rahmi Ofluoğlu

21 Mart 2013 Perşembe

Kim özgürlüklerden yana?

Kim özgürlüklerden yana?
Taahhüdü İhlal 4. Yargı Paketine Girebilir
Türkiye yaman bir çelişki yaşıyor..  Temel insan haklarını başta Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın koruması gerekirken Türkiye’de bu konu siyasi iktidar tarafından yürütülmektedir.
İnsan hak ve özgürlüklerinin garantisinin iktidar olması demokrasi adına çok kötü bir olaydır. Ancak maalesef Tükiye'de yargının ve muhalefetin yetersizliği böylesi hazin bir sonuç vermektedir.
Batıda Anayasa anlayışı, özgürlüklerin yürütme erkine karşı korunması düşüncesine dayanmaktadır. Anayasa mahkemeleri anayasal özgürlüklerin koruyucularıdır. Bizde tam tersi çalışmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay ekonomik güçten yana, devletçi bir yaklaşım sergilerken iktidar erki yargının tersini yapmaktadır.
İktidar geniş halk kitlelerinin nabzını tutmakta ve halkı ezen vahşi kapitalizmin yasalarını AB mevzuatına göre yeniden düzenlemektedir.  Bizde sol ve özellikle muhalefet halkın nabzını tutmakta son derce başarısızdır.
Taahhüdü ihlal cezası
Adalet Bakanı Sadullah Ergin bir milletvekilinin sorularına verdiği cevapta:
“Son 4 yılda taahhüdü ihlal cezasından 85.000 kişi hapse girdi. Yaptığımız araştırmada Avrupa ülkelerinde böyle bir cezanın olmadığını gördük. Modern bir İcra İflas Kanunu için çalışmalarımızı hızlandırdık..” diyor.
Bu açıklamadan net olarak anlaşılan; taahhüdü ihlal suçu diye bir düzenlemenin modern hukukta olmadığı, Türkiye’de bu cezanın kaldırılacağıdır.
Bakan açıklamasında:
“yurttaşların haciz tehdidi altında icra taahhütlerini imzaladığını” özellikle belirtiyor..
Hiç şüphesiz haciz tehdidi ile icra taahhüdü almak faktöring, banka, finans kuruluşları v.s avukatlarının yaygın bir uygulaması..
 İzmir 6. İcra Ceza Mahkemesi  “… adil yargılanma hakkının ve sözleşmeden doğan bir yükümlülüğün yerine getirilememesinden dolayı özgürlüğü kısıtlama yasağının ihlal edildiği ...”   iddiası ile İİK 340. Maddesinin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurdu. Anayasa Mahkemesi 12 Şubat 2012 tarihli kararında Taahhüdü İhlal cezasının Anayasanın 38. Maddesine ve uluslararası sözleşmelere aykırı olmadığı gerekçesi ile başvuruyu ret etti..
Kim özgürlükten ve insan haklarından yana? Hükümet mi Anayasa Mahkemesi mi?
Aslında bu soruya daha çok muhalefet girmeliydi, ancak özgürlükler söz konusu olunca muhalefetin esamesi okunmuyor.. Biz yukardaki sorunun cevabını iki somut olayda arayacağız; çek kanunları ve İİK 340, popüler ifade ile taahhüdü ihlal.. Taahhüde yukarda çok az değindik...

3167 ve 5941 sayılı çek kanunu
Anayasa Mahkemesi aynı tutumu çek kanunları için de sergilemişti. 2003 yılında 3167 sayılı çek kanununun anayasanın 38. Maddesine aykırı olduğu gerekçesi ile yapılan iptal başvurusunu ret ettiği gibi aynı gerekçe ile 5941 sayılı yasanın iptali için de yapılan başvuruyu ret etmişti. Oysa hükümet 6273 sayılı yasa ile karşılıksız çeke hapis cezasını kaldırdı. 6273 sayılı kanunun genel gerekçesinde ve cezayı düzenleyen 5. Maddenin gerekçesinde hükümet karşılıksız  çeke cezanın Anayasanın 38. Maddesine ve uluslararası sözleşmelere aykırı olduğunu savunuyor..
Anayasa mahkemesinin çek kanunu ile ilgili bir başka garabeti de şimdiki mahkeme başkanı Haşim Kılıç’ın tutumudur.
Haşim Kılıç 2003 yılında yüksek mahkemenin iptal istemine verdiği ret kararına çok tutarlı bir karşı oy yazısı yazıyor. Haşim Kılıç karşı oy yazısında şöyle diyor:
“Anayasa’nın 38. maddesine 4709 sayılı Yasa ile eklenen sekizinci fıkrada “Hiç kimse, yalnızca sözleşmeden doğan bir yükümlülüğü yerine getirememesinden dolayı özgürlüğünden alıkonulamaz.” denilmektedir. Anayasa’da yapılan bu değişiklik Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 4 nolu protokolün birinci maddesinden -yazım farklılığı dışında- aynen alınmıştır. Anayasakoyucunun amacını ve hangi nedenle böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyduğunu maddenin gerekçesi ve Mecliste yapılan görüşmeler gözetilerek ortaya koymak gerekir. Yapılan bu değişiklik pozitif hukuk kurallarına kaynaklık etmiyor, ya da etkilemiyorsa kural haşivdir denilebilir. Anayasakoyucu böyle bir amaç gütmeyeceğine göre Anayasa’nın 38. maddesine giren bu kurala işlerlik kazandırmak gerekir. İhmal, hile ve kötü niyet dışında kalan ekonomik suçlara ekonomik ceza öngörülmesi çağdaş dünyada kabul edilen ve izlenen bir politikadır. Bu anlayış ve amaç içinde düşünülmediği takdirde Anayasa’nın 38. maddesinde yazılmış olan bu değişikliğin pozitif hukuk içinde uygulama alanı hiç yok denecek kadar işlevsiz olduğu çok açıktır. Bu değişiklik yapılmadan önce kimi ekonomik suçlara hapis cezası öngörülmesi Anayasa’ya aykırı olmamasına karşın, yeni kural bu alanı sınırlayarak oldukça daraltmıştır.”
Aynı Haşim Kılıç 5941 sayılı yasa için yapılan başvuruya diğer üyelerle birlik, oy birliği ile ret kararı veriyor..
Peki, ne oldu? Haşim Kılıç’a göre;  Çek 2003 yılında bir sözleşme idi.. Sözleşmeden kaynaklanan bir edimi yerine getirmediği gerekçesi ile hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamazdı? Peki, ne oldu da Haşim Kılıç’ın görüşü değişti? Çek 2003 yılında bir sözleşme idi de, 2011 yılında başka bir şey mi oldu?
YARGITAY
Yargıtay Ceza Genel Kurulu Esas No 2001/17HD-294, 20.03.2002 tarihli kararında kast veya hile yoksa, kişi elinde olmayan nedenlerle taahhüdünü yerine getirememişse,340. Maddedeki ödeme şartını yerine getirmeme suçunun oluşmayacağına hükmetmiştir. YCGK’lu bu görüşünü maddedeki “makul bir sebep..”  ibaresine dayandırmıştır.  YCGK’lu bu yorumu AİHS 4 Nolu Protokolde yer alan “inability” sözcüğünden hareketle yapmıştır. Protokol’ün 1. Maddesi şöyledir:
“No one shall be deprived of his liberty merely on the ground of inability to fulfil a contractual obligation.”
Hiç kimse sözleşmeden kaynaklanan bir edimi yerine getiremediği için özgürlüğünden yoksun bırakılamaz..
Yargıtay Ceza genel Kurulu  önüne gelen bir dosyayı enine boyuna tartıştıktan sonra şu sonuca varıyor:
Borçlu –sanık hakkındaki icra takibi sırasında borcunu 1.8.2000 tarihinde ödeyeceğini bildirmiş, bu talebi kabul edilerek kabul muhtırası 8.8.2000 tarihinde borçlu-sanığa tebliğ edilmiştir.
İİY’nın 340.maddesi uyarınca “alacaklının muvafakati ile kararlaştırılan ödeme şartının” ise bir sözleşme olduğu yönünde herhangi bir kuşku bulunmamaktadır. Maddedeki “makbul sebep” kavramı, Anayasanın 38 maddesinin 9. fıkrasındaki “yerine getirememe” kavramından daha dardır. Bu nedenle üst norm olan ve sanık lehine hükümler getiren bu yeni Anayasal düzenleme çerçevesinde, sanığın borcunu hangi nedenle veya nedenlerle yerine getiremediğinin araştırılarak, hukuki durumunun belirlenmesinde zorunluluk bulunduğundan Yargıtay C. Başsavcılığı itirazının reddine karar verilmelidir.
YCGK’lu bu kararına ne ceza daireleri uyuyor , ne de mahkemeler..
Bakanın açıklamasına göre son 4 yılda bu suçtan 85 kişi hapse giriyor. 
Buradan çıkan sonuç hükümetin halkın özgürlüğünü koruduğu, yüksek mahkemelerin devletçi ve otoriter bir yaklaşımla bireyin özgürlüğüne yaklaştığıdır.
Mevcut durum bu, ama gerçek bu mudur?
AKP hükümeti döneminde Türkiye’de kapitalistleşme ve tekelleşme alabildiğine hızlanmış, zengin daha zengin olurken on binlerce esnaf ve KOBİ batmıştır.. Kamu sektörü küçülürken diğer yanda zenginler servetlerine servet kattılar. AKP kendi politikaları ile yarattığı haksızlıkları AB mevzuatına uyum ve AİHM endişesi ile kendisi düzeltmek durumunda kaldı. Bu düzenlemeler yoksullaşan kesimlerin öfkesini yumuşatsa da gerçekte haksızlıkların ve adaletsizliklerin köklü çözümü olmaktan uzaktırlar. Türkiye'de batı anlamında bir sosyal demokrat muhalefet ve sol olmadığı için iktidar problemleri aspirin tedavisi ile geçiştirmekte zorlanmamaktadırlar.
Bu dönemde mahkemelerdeki çek dosyalarının sayısı 1 milyonu bulmuş, Adalet Bakanının açıklamasına göre son 4 yılda taahhüdü ihlalden 85.000 insan hapse girmiştir. Kapitalizmin yarattığı bu adaletsizliği, haksızlıkları solun, CHP’nin gündeme taşıması beklenirdi. CHP sürekli olarak iktidarın yarattığı gündemin peşine takılmış, CHP’yi iktidar alternatifi yapacak sosyal demokrat politikalar oluşturamamıştır.
Yargı ise kişi hak ve özgürlüklerini korumakta yetersiz kalmıştır. Bu durumda kapitalistleşme ve tekelleşmenin yarattığı tahribatı azaltma görevi iktidar tarafından yerine getirilmektedir.  Başka bir söylemle iktidar hem iktidar işlevini yerine getirmekte ve hem de muhalefet..
İktidarın toplumdaki birikimi ve tepkiyi bu şekilde azaltması muhalefeti güçsüzleştirmekte, iktidarın sürmesine katkı vermektedir. Bu durum Türkiye'ye özgüdür..
AKP’nin aynı yaklaşımı Ergenekon, Balyoz gibi davalarda göstermemesine şaşmamak gerekir.. AKP bu davalarla ilgili yaklaşımını PKK ile uzlaşma aşamasında kesinlikle değiştirecektir.
Türkiye’nin önünde bir genel af var..
Bu arada beklenen bir soruyu cevaplayalım. Taahhüdü İhlal 4. Yargı Paketine girer mi? Girebilir, ancak girmesi birazda mağdurların sesini yükseltmelerine bağlıdır..